21 Aralık 2008 Pazar

Annem...

Annem...
Ufacık bir çocuktum,
Seviyordun o zaman beni,
Seviyordun, her şeyden çok,
Kendinden de çok,
Gözbebeğin gibi seviyordun.
Kıyamazdın beni ağlatmalara,
Dalamazdı gözlerin,
Benim ağlamalarımdan.
Çoğu kez uykuya hasrettin,
Uykusuz gecelerinde,
Bendim hep aklındaki.
Aman ağlamasın,
Aman uyanmasın,
Benim rahatsızlığım,
Senin rahatsızlığındı,
Bilmiyordum ben.
Ne zaman uyansam,
Gülen yüzüyle karşımda annem...
İlk bayramları hatırlarım,
Bizler çiçek gibi,
Ellerinden, yüzlerinden öperdim,
Hep rüyalarımdaki melektin.
Bazen şarkılar söylerdin, yanık sesinle,
Nar çiçekleri karışırdı,
Keman seslerine.
Geceleri rüyalarımdaydın,
Bin çeşit çiçekler açardı,
Hep gülümserdin uykunda.
Kıbrıs'daydın turunç bahçelerinde,
Kimi zaman dağlarda,
Kimi zaman denizlerde görürdüm,
Kestane çiçekli saçlarını.
Bazen Cudi'de,
Mermilerin ateşinde görürdüm seni,
Pırıl pırıldın gecenin karanlığında,
Koşardın ceylan pınarlarında.
Avuçlarımla hayalini tutardım,
Sen vardın çoğu zaman,
Gözlerimin önünde.
Ilgazlarda çiçekler toplardım,
Güle güle derdin,
Seneye gene beklerdin.
Bir yaz günü geldim,
Nar çiçekleri açmamıştı,
Duyamadım keman seslerini.
Islak, yosun rengi gözlerini arıyorum,
Anneciğim; seni artık hiç sevmiyorum...
(Kastamonu - Aralık 2001)

8 Aralık 2008 Pazartesi

Günah Keçileri

Günah Keçileri…

“Acun kurulalı beri kimsenin bilmediği, ancak Tanrı’nın bildiği kadar çok sayıda devlet kurmuş bir ırkın mensubu olmaktan gurur duyarım.”

Gün gelecek elbet tarih bizi yargılayacak…

Bizi, gerçek Türk halkı yargılar, halkımıza karşı boynumuz kıldan incedir. Şuna da eminim fatura bizlere çıkartılacak, bizler siyasetin kahrolası yalan girdaplarına sürüklenmiş olanlara, haklı davamızı anlatamayanlar olarak giyotine gideceğiz…

Damarlarımızda sıcacık dolaşan şu asil kan, toprağa dökülüp, güller açılmadıkça ıstırabımız devam edecektir…

Yapamadıklarımız her zaman yüzümüze tokat gibi çarpacaktır, haklı olarak; haksızlığımızı kabulleniyorum...
Eyy Vatan seni koruyup kollayamadık…

Gökhan…

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayâl ettiren âhengiyle.

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

“Yahya Kemal BEYATLI”

5 Aralık 2008 Cuma

2 Aralık 2008 Salı

Kedilerim...



(Fotoğraflar da kediler de kendime aittir)


1 Aralık 2008 Pazartesi

Palamutbükü'nde Gün Batımı...

Değerli Ablam "İnci Tanesi"; fotoğraf hoşunuza gider umarım...
(Fotoğraf kendime aittir)

Muz Ağacım


(Fotoğraf da ağaç da kendime aittir)


Gülhane Parkı'nda ceviz ağacı olmasam da; uzaklarda bir yerlede muz ağacıyım...

Geleceksen Öyle Gel...



Geleceksen Gel

(Sen gelmezsen yaşayamam ben...)

Geleceksen öyle gel,

Her şeyi bırak gel,
Seni bekliyorum, kurumuş toprak misali,
Geleceksen yalnız gel,
Gölgeni de alma,
Her şeyi bırak öyle gel.

Ölümü çıkart aklından,

Geleceksen beyazlarla gel.
Yağmurlar getirme, kahrolurum ben.
Meltemler topladım sana
Saçlarına badem çiçeklerini takta gel.

Kelebekler gibi gel
Ama; konmadan sümbüle nergise
Dağlarım yeşillendi
Göz alabildiğince çiçekler
Sorma kimselere geleceksen

Geleceksen, bir gece denizden, yakamozlarla gel.
Geleceksen öyle bir gel

Güneş yakmasın çölleri
Ay, ışıtmasın gölgeleri
Öyle bir gel
Şimşekler çaksın, fırtınalar kopsun
Zaman da, kalp atışları da dursun, gel

Çiçekler açmadı sen yokken

Arılar bal yapmadı, kovanlar boş
Geleceksen öyle gel, çırılçıplak
Göğüslerinde güllerle gel.

Uzan yatağa, kıvrılma, üşüme, soğuma

Yeter bu sıcaklık geleceksen
Bırak karları orada
Geleceksen sıcacık duygularla
Limon çiçeği açmasın dudakların
Geleceksen, nar çiçekleriyle gel.

Şarkılarla türkülerle değil

Geleceksen öyle gel
Unutulmaz mısralarla, kelimelerle
Uslanmaz düşlerimin gemisi
Mavilere demir atta gel

Özlemin demir almadan mor sulardan

Göz yaşlarım bulanmadan
İmbatlarla gel
Öyle bir essin ki içinde rüzgar
Eteklerin uçuşsun,
Bacakların görünsün
Öyle gel.

Kara trenlerin kömürüyle

Havva’nın ömürüyle
Geleceksen elma çiçekleriyle
Terlerimi sileceksen ellerinle, gel.

Geleceksen sorgu sual yok
Zamanı orada bırak, takvimleri yırtma
Düşecek cemrede kalmadı
Yaşanacak ömür de,
Geleceksen gemileri yak da
Göz yaşlarımı sel yapmadan gel…


Zira; sen gelmezsen yaşayamam ben...


Mart'08 - Datça

O Kadar Çok İstiyorum ki Ölmeyi...




O kadar çok istiyorum ki ölmeyi...


Sen;


Umutsuz, gayesiz, amaçsız yaşamanın ne demek olduğunu bilir misin? Ben bilirim, sen bilmezsin. O zaman sus ve dinle!


Böyle değildim önceleri, karanlık düşlerde gezmezdim. Siyah sokaklara düşmezdi yollarım, adımlarım götürmezdi beni uçurumların kenarına. Her şeyim normaldi hatta kalp atışlarım bile seni tanımadan önce, şimdi kalbim mayınlar gibi patlıyor içimde, kulaklarım sağır oluyor kan seslerinden. Parçalarım etrafta geziyor serserice.


Böyle değildi ellerim, bedenim, gözlerim. Renkleri seçerdim senden önce! Kirpiklerimde şimdi el bombaları asılı, pimleri çekilmiş. Akmazdı gözlerimden tuzlu sular.


Ben böyle değildim, şimdilerde çok değiştim, kelebeklerin kanatlarındaki motifleri seçerdim, çam ağaçlarındaki reçinelerin kokularını duyardım...


Şimdi öyle değilim! Doğudan doğardı o zamanlar güneş, şimdi hasret kaldım yıldızların ışıltılarına, güneşin doğuşuna! Her yan zifiri zindan şimdilerde, ay ise hiç çıkmıyor zaten. Meltemler eserdi imbatlarla karışık, böyle fırtınalar kopmazdı beynimde! Yağmurları beklerdim ıslanarak yürümek için, sel tufan olmazdı o zamanlar böyle!


Böyle ütüsüz değildi deniz çarşaf gibiydi senden önce. Dalgalar sahile vururdu sessizce beni alıp götürmezdi dibine. Köpek balıkları yüzmezdi yunusların yerine. Sallanmazdı böyle kayıklar, batmazdı da kayalıklarda, fener yanardı, yakamozlar vardı geceleri şimdiki gibi hırçın dalgalar yoktu!


Ağaçlarda yapraklar vardı, narın kırmızı, limonun sarı-beyaz, sümbüllerin mor, bademlerin beyaz çiçekleri açardı; toprak bu kadar mezar rengi değildi o zamanlar.


Yapraklar kurudu, çiçekler açmıyor, arılar mahzun kaldı bal yapmıyor!


Böyle değildi puslu yamaçlar, bulutlar bu kadar yakın gezmezdi üzerimde, gri de değildi yağmurlar!


Sus; dinle!


Böyle değildim ben, beni dinlerdim, koşmazdım bulutların üzerinde, naralarım yoktu kayalardan akseden, dövüşmezdim öyle herkesle. Kırmazdım, kızmazdım dostlarıma.


Lanet olası bu görüntüler yoktu göz bebeklerimde. Geceleri kalkmazdım uykularımdan, karabasanlar yoktu o zamanlar odalarımda. Rüyalarım rengârenkti. Damarlarımdan ılık kanlar akardı pıhtılaşmamıştı daha o zamanlar!


Sevdiklerim vardı senden önce; annemin keman sesleri gezerdi kuşların nağmelerinde. Böyle yakmıyordu o zamanlar güneş, içim kavrulmuyordu cehennem ateşlerinde!


Heveslerim vardı, gemiler vardı kamaralarında okyanusları geçerken viskimi yudumladığım. Portofino limanına uğrayacaktı gemiler, batmayacaktı tuzlu sulara. Umutlarım tükendi ilk limanda!


Sen; bilemezsin böyle amaçsızca yaşamayı, bir yaşayabilsen benim gibi her gün ölmeyi!


Sen yoksun ya; o kadar çok istiyorum ki ölmeyi!


17 Mart 08 – Datça

Gözlerinin Rengini Hiç Görmedim



Onu ilk gördüğüm yıllar önceydi, sanırım 1980’li yılların başıydı. İlk dikkatimi çeken eski fakat tertemiz lacivert takım elbisesi, bembeyaz gömleği ve desenli kravatı ile o kalın camlı gözlükleriydi...

Bir görevle ilgili olarak İstanbul’un ilçelerinden Milli Eğitim Müdürlüğünün birindeydim. Uzun bir süre bakmıştım, elindeki bir kağıt parçasını okumasına. O bittikten sonra başka bir şeyler okumaya başlamıştı. Devamlı okuyordu...

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra tekrar yolum oraya düşmüştü. Kalın camlı gözlüklü, lacivert takım elbiseli, bembeyaz gömlekli ve desenli kravatlı, kısa boylu şahıs elindeki gazeteyi okuyordu. Önemli bir konu vardı demek ki, dakikalarca kafasını kaldırmadan okuduğuna göre. Bir zaman sonra gazeteyi bıraktı, cebinden ufak bir kitap çıkartarak bu sefer de onu okumaya başladı...

Yolum ne zaman oraya düşse o kısa boylu şahsı hep okurken görüyordum. Dayanamadım, kapısını beklediği müdürünün odasına girdim. Dışarı çıktığımda, o şahsın ilkokul mezunu, odacı olarak memuriyete girdiğini öğrenmiştim. İyi bir aile terbiyesi aldığını müdüründen değil, konuşmasından, hâl ve hareketlerinden anlamıştım. Ne bulursa okuyordu, kalın camlı gözlükleriyle; elinde dosyalar, koridorlarda evrak dağıtımına çıktığında bile memurların yazdığı yazılara göz gezdirerek ağır ağır yürüyordu. Odacı olarak mesleğe giren kısa boylu şahıs, müdürünün kapısının önünde kırmızı lambanın yanıp, zilin çalmasını beklerken elinde bir kağıt parçası bulunurdu. Okuyordu devamlı, kağıt parçası, gazete kağıdı, mecmua, ufak kitap...

Sonra arkadaş olduk...

-“Kitap var mı hiç sende?” dedi.

Ben de:

-“Evet çok, hem de inanamayacağın kadar.” dedim.

Bende de, yasaklanmış, toplatılmasına karar verilmiş kitaplardan yapılan muazzam bir kitap koleksiyonu vardı. “Bana getirebilir misin?” dediğinden sonra onu kitaplara boğmuştum. İlgilenmediğim konuların kitaplarını, o kalın camlı gözlüklü, kısa boylu şahsı veriyordum...

Her zaman saygı ile hatırladığım, takdir ettiğim arkadaşımı, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yıllardır görememiştim. Daha sonra bir dosttan öğrendiğime göre, lacivert takım elbiseli, desenli kravatlı arkadaşım, orta, lise ve en sonunda dört yıllık bir okulu bitirdikten sonra çalıştığı kurumda şef olmuştu. O şahsın ismi de çalıştığı şehir de önemli değil. Şu anda aynı kentteyiz. Yolum düşerse bazen yanına uğrarım; yanındaki sandalyeye otururum ve beklerim. O bakmaz zaten kimin geldiğine, okuması bitene kadar. Sonra beni görünce saygı ile ağaya kalkar, kucaklaşırız.

Gözlerinin rengini hiç görmedim... Gözleri hep kitaplarda...

28 Kasım 2008 Cuma

Yalnız Adam...

Yalnızlığı ben seçmedim Dostum; ben sadece yalnızlığa itildim...

Elimden Gelebilse...



Ahh... elimden gelebilse;
Getirebilsem ayaklarınızın uçlarına okyanusları,
Dalgasız en güzel suları...

Çekip koparta bilsem,
Bir tutam güneş ışığını
Verebilseydim ellerinize,
Kamaşsaydı “Bozkır gözleriniz”...


Ya da Tanrıdağları’nın doruklarından
Getirebilseydim bir avuç bembeyaz kar,
Şu sıcaklara inat...

Elimde olsaydı da
Patlatabilseydim o gökyüzündeki kocaman yıldızları,
Havai fişek namına
Kır çiçeği saçlarınızın üzerinde...


Çekebilseydim gemileri ellerimle;
Bir tarafına Alaska’nın buz,
Diğer tarafına Kızıldeniz’in ılık rüzgârlarını koyabilseydim...

Gidebilseydim çok uzaklara,
Mikronezya atollerine.
İnciler toplasaydım,
Kıskansalardı bakarak dişlerinize
Ve düşselerdi yerlere kar taneleri gibi...


Tutabilseydim boşlukta yüzen kuş seslerini,
Hiç bozmadan nağmelerini,
Avuçlarımda.
Kulaklarınıza yaklaştırıp
Açsaydım ellerimi,
Pırıl pırıl parlayan nûr gibi duyabilseydiniz o sesleri...


Karanlığa asla izin vermezdim;
Durabilseydim dev gibi karşısında,
Ayışığı da çarpsaydı göğsüme
Ve dönseydi size
Işıl ışıl yıldız parıltıları gibi...


Rüzgârları durdurabilseydim;
Dizginlenen atlar gibi,
Ve,
Kaldırsaydım sizi,
Yavaşça,
Koyabilseydim mavi-beyaz bulutlara...

27 Kasım 2008 Perşembe

Korkuyorum Gülüm...



Yağmurlardan korkuyorum, zamansız yağıyorlar Gülüm;

Ellerinde mor çiçekler, saçlarının röflesi, rüzgarlar dağıtacak diye korkuyorum düşlerimin ötesi.

Mihriban gülmeyecek diye bir gün, dudaklardan, mısralardan düşecek diye korkuyorum,

Salâbetim ben halâ, urganlar çözülecek, halatlar kopacak diye korkuyorum,

Pervin bir tarafta, bir tarafta Zuhâl, kanıyor içim, doğmayacak diye korkuyorum Gülüm,

Pırıl pırıl nûr akıyor, kelebekler güneşe pervane olmayacak diye bir gün, korkuyorum,

Kehkeşandaki alemden koparsa aşkım kande diye korkuyorum,

Mahzun bakışlardaki gamzeler, pembesini kaybedecek diye korkuyorum Gülüm,

Sırra kadem basacak menşei belirsiz duygulardan, mesafeler açılacak diye korkuyorum,

Göz göz yaralar bir gün vücudumda, çaresizliğime korkuyorum,

Minicik avuçlardaki ince çizgiler bir yerlerde kesişecek diye korkuyorum Gülüm,

Saba, tan, şafak bir gün hercümerç olacak, gülmeyeceksin diye korkuyorum,

Ola ki zaman gelip; uçurumun kenarından mavi-beyaz bulutlara koşacaksam eğer, şarjörlere mermiler basacak bu parmak diye korkuyorum,

Seni kaybetmekten,

Melek kanatlarından bir tüyün dökülecek diye korkuyorum be Gülüm...

Tuzlu Sularda Yalnızlık Hikayeleri

Çok zaman önce değildi, birkaç ay evveline kadar her taraf karlarla kaplıydı bulunduğum şehirde. Yalnız olmasam da yalnızdım, gözlerimde uzakların hayalleri vardı. Oldum olası uzakları sevmişimdir. “Uzak” denince içimde tarifsiz duygulardan oluşan hüzünlerle dolu karmaşık bir heyecan dalgası eser. Şimdi uzaklarda bir yerlerdeyim, tuzlu sularda yalnız başıma gözlerimde tuzların kristalleri, tarifsiz ağrılarla seyrediyorum güneşin batışını tuzlu sulara.

Gerçi yalnızlığı ben seçmiştim, ama o kadar da yalnız değilim; gökyüzünde yıldızlarım, denizlerde balıklarım, dağlarda böceklerim, ağaçlarımda kuşlarım, bahçemde kedilerim var. Gökyüzü dedim de; yağmurları severim ama yağmurlar benim dostlarımı görmemi engelliyorlar. Dostlarım da benim gibi yalnızlar, onlar çok yalnızlar. Kim mi onlar? Tabi ki yıldızlarım. Büyük Ayı’nın kuyruk uzantısında bulunan kuzey yıldızlarım, bunların en büyüğü benim arkadaşım Kutup Yıldızı. Kutup Yıldızı’nın hikayeleri aklıma geliyor, Antik Yunan’da bu yıldız Güzellik Tanrıçası Afrodit olmuş, Romalılar döneminin de Venüs’ü olmuş benim dostum. Gün boyu yer değiştirmediği için ne zaman baksam dostum aynı yerde duruyor. Konuşurum ben onunla, o da yakınır bazen yalnızlığına. Soruyorum bazen: “Dostum, çok parlaksın çok güzelsin, kara bulutlar giriyor araya, yağmurlar yağdırıyorlar seni görmemi engelliyorlar, bir çaresi var mı?” Dostum da: “Nisan yağmurları bunlar, gelip geçer ben buralardayım, sen sabah tan doğmadan şafak atmadan gel.” der bana.

Bu kaçıncı yalnızlık öyküsü? Kaç ilkbahar yeşerdim, kaç sonbahar rüzgârlarında savruldu sararmış yapraklarım. Eyy dostum, diren diyorsun ama artık gücüm kalmadı. Kaç kavak ağacından tabutlar yaptım kendime, yalnız gecelerimin yıldızı. Gecenin ilk karanlığında görmeliyim Dostum seni; lacivert zeminde altın sarısı ışıkların, uykularımı zehir etti gri yağmurlar, gözlerimde tuzlu sular. Şimdilik hoşça kal Kutup Yıldızı’m.