29 Nisan 2011 Cuma

KÖYÜM...

Benim köyüm, belkide dünyanın en güzel köyü.

Köyümün iki taraftan da girişi var. Burası Knidos yolu üzerindeki girişi; köyümün nüfusu 600 kişiye yaklaştı. Her hanede mutlaka bir devlet memuru var. Bildiğim kadarıyla 5 kadar doktorumuz 10'dan fazla hemşiremiz, subay astsubayımız, mühendisimiz, bir dönem Fenerbahçe ve milli takımda forma giyen SERCAN'ımız, sayısını bilemediğim kadar öğretmenimiz, devletin çeşitli kademelerinden emekli olmuş bürokratlarımız, 8 polisimiz, hatta bir tane de emekli çarşı ve mahalle bekçimiz dahi var; tüm gençlerimiz mutlaka üniversitelerde okurlar. Halkı kültürlü olunca talepler de ona göre değişiyor ve çoğalıyor. Köyümün ana yolları asfalt olduğu gibi ara sokakları komple parke taşı ile kaplıdır.

Şu devirde bile suyu olmayan köylerimiz olduğu halde benim köyümün alt yapısı yıllar önce tamamlandı. Kanalizasyon borularından tutunda evlere kadar giren içme suyu şebekemiz var. Su depomuzu geçenlerde 60 tona çıkarttık, bu suyu 4-5 yere vurduğumuz sondajlar depoya getirmektedir. Diğer sondajlar vuruldu, sular yön değiştirdiği zaman onlar devreye girecek. Belkide tüm dünyada sular bittiğinde benim köyümün suları akıyor olacak.
Benim köyümün halkı çalışkandır, sabahları gün doğmadan kalkarak işlerini yaparlar. Yaz günlerinde yakıcı güneşin etkisinde kalmamak için erkenden hallederler işlerini.

Benim köyümün halkı işte bu yüzden çalışkan olduğundan zengindir. Çağla, badem, arıcılık, zeytincilik, büyük-küçük baş hayvancılığı, ipek böceği kozacılığı, tütüncülük, seracılık yapan köylümde para hiç tükenmez. Benim köyümde hasta yoktur; köyün tüm fertleri çalışmaktan dolayı dinç ve zindedir.

Yolda köye doğru yürüyen Muhammet Efe, erkenden işlerini bitirip köye seyir halinde. Karşıdan Niyazi abi kendisine ait köy minibüsü ile sefer atmaktadır. Köyümde iki adet son model Mercedes marka 16'şar kişilik minibüs saat başı köyden Datça'ya, Datça'dan köye gidip gelmektedir.
Köyümün tablo gibi güzelliği yerli yabancı turistlerin dikkatini, beğenisini çeker. Hiç bir köyde olmayan 5 kilometrelik yürüyüş yolu vardır köyümde. Datça ve civar sitelerden sabah yürüyüşüne gelenler, ağaçlıklar içerisinde, köyümün mis gibi havasını soluyarak yürürler.

Büyük şehirlerde olduğu gibi benim köyümde de her evin önünde çöp konteynırları bulunur. Bunlar doldukça görevlilerimiz tarafından çöplüğe götürülerek boşaltılır. Haşarata ve hastalıklara karşı her gün ilaçlar sıkılır, bunun da ayrı bir görevlisi vardır köyün içerisinde.

Benim köyümde aynen büyük şehirlerde olduğu gibi her hanenin kapı numarası vardır. 1, 1A,1-B
gibi.

Muhtarımız Mehmet ÇENGEL, turistleri ağırlamak için büyükçe bir alana köy yararına aile çay bahçesi yapma girişimindedir. Bu bahçe kendi mimar, mühendis ve peyzajcılarımız tarafından dizayn edilecektir, umarım seneye hazır olur da burada yayınlarım.
Bu görüntüyü de Muhammet Efe'nin bahçesinden aldım. Görüldüğü gibi evler tek renk "Beyaz'a boyanmış ve hepsi de taş evdir. Köyün içerisine ev yapılacağı zaman mutlaka taş ev ruhsatı alınmaktadır. Köyün dokusunu bozmamak için muhtarlık yönetimi elinden gelen titizliği göstermektedir. Benim köyüm Türkiye kriterlerini çoktan aşmıştır, muhtarlığın bilgisi olmadan bir çivi dahi çakılmaz. Köylüm kültürlü olunca da dünyanın baş kenti dediğimiz İstanbul gibi çarpık yapılanma olmamaktadır; her aklına gelen şuraya kümes yapayım, buraya ahır yapayım, dam yapayım demez. Kanunlara, kurallara, nizamlara saygılıdır benim köylüm.

Benim köyüm neresi mi? Tabii ki: HIZIRŞAH...

26 Nisan 2011 Salı

STIHL Ağaç kesme Motorum...

Bu resimde görülen STIHL ağaç kesme motorunu 26 Mart Cumartesi günü aldım. Bahçemde bu kadar ağaç olmasına karşılık mutlaka böyle bir motora ihtiyacım var, lakin fiyatlarının 600 liradan başlamasından dolayı bir türlü alamıyordum. En nihayet motoru da almış oldum, bu durumda bahçenin hemen hemen tüm ihtiyaçları alınmış oldu.
Bu da; motorun testere kısmının kılıfından çıkartılmış hali.

Motoru alışımın da bir hikayesi var, bu hikayeyi yazmadan geçemeyeceğim. 26 Mart günü evin eksiklerini almak üzere Datça pazarına inmiştim. İşlerim bittiğinde köy minibüslerinin kalktığı yerde beklediğim bir sırada iri yarı, aham bele pala bıyıklı, takım elbiseli, kara yağız bir adam elinde üç tane sitil motorla köşeyi döndü...

Benim böyle bir motor almayı çok istediğimi anlamışcasına yanıma yaklaştı. "Lazım mı abi?" dedi. "Lazım! Kaç para?" dedim. "300" dedi. Bi dakkada şok oldum. Hem STIHL marka, hem gıcır gıcır hem de 300 lira" Param olsa "Ver lan" diyeceğim ama cebimde o kadar para yok. Motoru aldım elime, şöyle bir okkaladım, ağaç keser gibi bir sağa bir sola salladım. Sanki yılların ormancısı gibi pozlara girdim, halbuki böyle bir motoru ilk defa elime alıyordum. Bayağı da ağırmış. "Ulan ne motor beah" dedim içimden. Pala, yüzüme bakıp duruyordu. "Ne istiyon en son buna" dedim. Sağa sola baktı kulağıma eğildi: "200 ver" dedi. "Ah ulan parasızlık." dedim kendi kendime. Sonra da: "Nerelisin sen hemşerim?" dedim. "Merzifon" dedi. "La hemşerim ben de Merzifonluyum" dedim. Sağdan soldan konuştuktan sonra; "Hemşerim, benim param sana yaramaz, inan cebimde param olsaydı hemen alırdım" dedim. "Canın sağolsun hemşerim" dedi çekti gitti.

Beş dakika bile geçmeden gene aynı köşeden çıkıp geldi. "Hemşerim, kaç paran var cebinde?" dedi. "Elimi sağ cebime soktum bozukluk, kağıt, ciklet, anahtar, çakmak 120 lira çıktı. Bu sırada da köyün minibüsü geldi. Köy yolcuları arabaya doluşmaya başladılar. Pala, bozuklukları, ciklet, anahtar, çakmağı ve STIHL motoru bana bırakarak köşeyi döndü.

Minibüse bindim, köylümün yanına oturdum, alış veriş paketlerimi yere, STIHL motorumu dizlerimin üzerine koydum. Gözüm gibi bakıyordum ona. Yıllardan beri almak isteyip de alamadığım bir şey dizlerimin üzerinde duruyordu. Renkleri de bi güzeldi ki; turuncu-beyaz...

Yanımdaki köylüm: "Hayırlı olsun Gökhan bey; 50 lira mı verdin?" dedi. "Ne 50'si be köylüm? 120 lira verdim" dedim kızarak... Devam etti: "Gökhan bey, pazarda bana 50 liraya kadar düşmüştü, ben de alacaktım ama bir tane var evde. Bir de Çin malı deyince almaktan vaz geçtim ben." demez mi.

"Eee, ne olacak şimdi." dedim köylüme. "Şimdi bu elimizde mi kaldı, çalışmaz, ağaç kesmez mi bu?" dedim. "Yok canım, o kadar da değil, bu sana yeter, sen bahçende kullanmayacak mısın bunu, ormandan ağaç kesecek halin yok ya, senin bahçende bu sana yeter." diyerek biraz su serpti yüreğime.

Kucağımdaki STIHL'i yavaşça yere ayağımın dibine koydum...

Ulan dedim kendi kendime, sonra şu atasözü geldi aklıma: "Hemşeri hemşeriyi gurbette öpermiş!"

Bu aşağıda görünen resimde de Çin malı çakma STIHL marka ağaç kesme motorunun yedek anahtarları, tornavidaları falan görünmekte.

Gerçi eve gidince hemen Muhammet amcayı çağırdım. "Çalıştır şunu Muhammet amca" dedim. O da; "Bu hemen böyle çalışmaz." dedi. "Önce rolantide bir depo benzin yakacak bu, ondan sonra çalıştıracağız" dedi. Neyse benzinini yağını koyduk depolarına. Ağaca da astık tam 2 saat kendi kendine çalıştı. Benzin bitene kadar da biz Muhammet efe ile birer şişe şarap bitirdik. Sonra bir kaç parça kesilecek odun vardı onları deneme babından kestik. Canavar gibi çalışıyordu. ÇİN CANAVARI sanki maaşallah...

Sayın Ahmet ER'in Kitabı

Ahmet ER'den kısaca bahsedersek: "27 Mayıs 1960 harekatı içinde de görev alan Ahmet Er, Milli Birlik Komitesi üyesi olarak hizmet etmiştir. Daha sonra otuz sekiz kişilik Milli Birlik Komitesi üyeleri arasında meydana gelen itilaf sonucu yurt dışına gönderilen "Ondörtler" grubu arasında yer almış ve 13 Kasım 1960'da Libya Büyükelçiliği Devlet Müşavirliği'ne atanmıştır. 1962'de yurda dönmüş ve doğduğu köye yerleşmiştir.

31 Mart 1965'te Alpaslan Türkeş'le birlikte CKMP'de siyasete atılan Ahmet Er, CKMP'nin 1969 Şubat ayında Adana'daki kongresinde MHP'ye dönüşümüyle birlikte, bu partinin 12 Eylül darbesine kadar Genel Başkan Yardımcılığı'nı yürüttü. 12 Eylül'den sonra, cuntanın mahkemelerinde yargılanan Er, yapmış olduğu tarihi bir savunmayla darbecilere meydan okudu.

Tahliye olduktan sonra uzun bir dönem siyasetin dışında kaldı. Sadece milli İslami değerlere bağlı ülkücü gençliğin yetişmesi amacıyla düzenlenen konferanslara konuşmacı olarak katıldı."
Ahmet ER'in yeğenlerinden değerli kardeşim Sami BODUR tarafından bana getirilen kitabın ilk sayfası ER'in yazısıyla başlıyor.
Kitapta çok değerli bilgiler ve belgeler mevcuttur.
Sayın Ahmet ER; yaşadığı dönemi belgelerle ölümsüzleştirmiş.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Muhammet Efe (Muhammet ARKALI)

Muhammet ARKALI; diğer adıyla Muhammet Efe, köyümüzün hatırlı kişilerindendir. 68 yaşında olmasına rağmen çalışmasından kesinlikle ödün vermez. Ağabeyi bir dönem köyümüzde muhtarlık yapmıştır. Ben kendisine "Muhammet amca, Muhammet abi veya Muhammet Efe" diye hitap ederim, o an aklıma ne geldiyse o ismi söylerim.

Muhammet abi, gençliğinden beri 1 gün dahi boş durmamış devamlı çalışmış birisidir. O kadar çok tarlası var ki saymakla bitmez. Ben burada tarla diyorum, bademlik, zeytinlik, palamutluk tarla olarak anılmaktadır buralarda.

İbrahim ağabeyin aşı yaptığı gün Muhammet Efe de ağaçları budamıştı, yorgun görüntüsü ondandır.
Muhammet amca, işlerini bitirdikten sonra kendi evine yakın olan Rodoslu İsmail abinin bahçesine takılır. İsmail abi de Rodos Türklerinden olup 30-35 sene önce akrabalarının bulunduğu Yarımada'ya dönüş yapmış ama Rodos'la irtibatını kesmemiştir.

Muhammet amca ile Rodoslunun kafaları denk olduğundan iyi anlaşmaktadırlar.
Sağda görülen Rodoslu İsmail. 3,5 dönüm üzerine köyümüzde işçiliğini, ustalığını, kalfalığını kendisi yaptığı evinin bahçesinde; Datça'daki evinden daha rahat hissetmektedir kendisini. "Bu evde, bu bahçede huzur bulmaktayım." der.

Muhammet efenin Gelemer'deki 4 dönümlük, içerisinde 8 metre kuyu bulunan (kuyuyu gençliğinde kazma ve çapayla kendisi kazmıştır) bahçesi bana yakın olduğundan işlerini bitirir bitirmez doğru benim yanıma gelir. Gelirken hiç eli boş gelmez. Bir ailenin pazardan 1 haftada aldığı sebzeleri her gelişinde getirir.

Bu 4 dönümlük bahçeyi sırf sebze ihtiyacı için kullanmaktadır. Sebze olarak ekip dikmediği hiç bir şey yoktur. Kendisi, eşi ve kızıyla birlikte yaşadığından ektiklerinin fazlalığını köydeki bakkallarda sattırır.

Aklımda kaldığı kadarıyla Muhammet Efenin Seki mevkiinde, Güvercinlikde, Çatak Yolunda, Gelemerde, Somacıkta, Batıriçi'nde 100 dönümden fazla bademlik ve zeytinliği bulunmaktadır. Bütün buralara tek başına bakmaktadır. Bana bu sene "Artık yoruldum, ağaçlara çıkarken zorlanıyorum" dedi. Bu lafı Muhammet amcadan ilk defa duydum, belli biraz yorgundu. Bacanağı Arif'in ölümüne de epey üzülmüştü.

Muhammet Efenin, çağla mevsiminde 4-5 ton çağla yaptığını bilirim; bazı mevsimler 1 tondan fazla badem kırdığı da olmuştur. Her sene 1 tona yakın zeytin yağı çıkartır.
Burası da Muhammet Efenin köydeki evinin yanındaki damın bahçesi. Dam da büyükçe bir fırını vardır (fırının resmini çekmeyi unutmuşum) Bahçedeki mezbeleliğe aldırmayın, solda görünen naylon seraların üzerindeki naylondur. Ektiği, diktiği tüm sebzelerin fidelerini kendisi yetiştirir. Geçen seneler keçileri, ineği ve bir de eşeği vardı, belli ki artık bıktı bu işlerden bıraktı onları. Bahçedeki tavuklarının yumurtasından 10 tanesi her gün, yeğeni bakkal Erdal tarafından Datça kaymakamına satılmaktadır.

Resimde de görüldüğü gibi dam köyden biraz yüksekçedir. Evi daha yüksek olup geçen sene tadilat yaptırdı. 2 katlı evinin oturma odasından ve balkonundan Ege Denizi net bir şekilde görünmektedir. Geceleri ise Bodrumun ışıklarını seyrederek içer rakısını Muhammet efem...
Muhammet amcam bahçeden geldiği için ayaklarında çizmeler var. Koca Muhammet, köyde çoğu ilke de imza atmıştır. Yüzme bilmediği halde motor alarak balıkçılık yapmış, AKTUR önünde pazar sergisi açmış, köye ilk seracılığı getirenlerden olup eşi halen ipek böceği kozacılığı yapmaktadır.

Muhammet Efem, bana "Gelemer Ağalığı"nı veren üç kişiden birisidir. Abdullah Efe, Fethi Efe ve Muhammet Efe; 4 sene önce benim evimde toplanarak, yeyip içildikten sonra karar aldılar. Alınan kararda; "Burası, Gelemer Mevkii'nin ağalığına sen yakışırsın, buranın ağalığı sana uygundur, hayırlı olsun..." denilerek tescil edildi.

22 Nisan 2011 Cuma

Yorgun Ağa...

25 Mart sabahı kalktığımda yağmur yağmaya devam ediyordu. Bu yağmurda ne bahçeye çıkılır ne de köye gidilirdi. Biraz evin temizliğiyle uğraştığım sırada Muhammet amcanın sesi ile kapıyı açarak bahçeye çıktım.

Saat henüz 09:00 sıralarıydı. Muhammet amcamın yapacak bir sürü işi olmasına karşılık hava durumu işlerini yapmaya engel olmuştu. Bu yüzden içerisinden devamlı küfürlü bir şeyler mırıldanıyordu, anladım ki işlerini engelleyen hava durumuna sövmekteydi.

Muhammet amcam gelirken bir galon (2 litre) şarap getirmiş, yanında da Portakal, çağla, malta eriği, birazda geçen seneden kalma badem.

Havadan sudan, güncel olaylardan bahsederek şaraplarımızı içiyorduk. Bu sırada yağmur da aralıklarla bir duruyor bir yağıyordu. Yağmurun yağmasına karşılık hava pek üşüten cinsten değildi.

1 saat kadar sonra galon şarap bitmeye yüz tutunca, şarap sırasının bende olduğunu fark ederek üzerimi giyindim; yağmurun dinmesini bekledim. Tam yağmur dinince koşar adım köyün yolunu tuttum. Evden 100 metre kadar açılmıştım ki yağmur bütün şiddetiyle tekrar bastırdı. Köye daha epeyce yol vardı; gitmekle geri dönmek arasında karar veremeden geçen saniyeler esnasında yolu yarıladığımı fark ettim. Bu saatten sonra dönüşü olamazdı zaten. Yaradana sığınıp, kapişonumdan akan yağmurlara aldırmayıp köye vardım. Zaten yağmuru yediğimden dolayı köy kahvesinde yağmurun dinmesini beklemek üzere oturmak istedimse de oturmadan; elimde iki büyük (1,5 litrelik) şarapla yıldırım gibi evin yolunu tuttum.

Eve 100 metre kala yağmur dindi, güneş yüzünü gösterdi. Olan bana olmuştu. Bolca ıslandığım gibi hızlı adımlarla yürüdüğümden dolayı da ter içerisindeydim.

Bahçeme geldiğimde biraz soluklandıktan sonra bu fotoğrafı çekindim.

Kapı...

Arif amcamın idareten yaptığı kapım epeyce eskimişti. Bir türlü fırsat bulup da iyi bir kapı yaptıramamıştım. Bu geldiğimde ne göreyim bizim kapı yerlerde sürünüyor. Abdullah efeye: "Bu kapıyı kim bu hale getirdi?" dediğimde. Kuvvetli bir fırtına esmiş o zaman kapı yerinden sökülmüş olabilir demişti.

Benim niyetim demirden güzel bir kapı yaptırmaktı. Hesap kitap yaptığımda şimdilik demirden olmasına gerek yoktu. Ahşaptan yapılması yeterliydi.
Hemen Çineli Ahmet ustamı aradım, anında geldi. Ahşap yapılmasının daha gösterişli olacağını söylemesi üzerine hemen malzeme tedariki için Datça'ya indik. Gerekli malzemeleri Ahmet ustanın arabasına atarak eve getirdik.
Tarlayı aldığımda kapının biraz geniş olmasını ben planlamıştım. Duvar babalarının arasındaki mesafeyi 5 metre olarak ayarladım. Eve gelen yol zaten dar, bahçeye girecek olan traktör, kepçe, kamyon gibi araçların kolayca dönebilmesi, manevra yapabilmesi için 5 metre idealdi. Hatta bu uğurda girişteki kocaman badem ağacını bile kestirmiştim.

Görüldüğü gibi kapı olmadan olmuyor. Arif amcam hep derdi buraya kapı yapalım, inek, keçi, köpek girmesin. Keçiler fidanları yiyorlar, ağaçları kurutuyorlar. Ama bir türlü maddi açıdan kapıyı yaptıramıyordum.
Neyse, Ahmet ustam malzemeler gelir gelmez ölçülerini alarak işe başladı. Binayı yapan Adanalı Remzi ustam, ustayım diye geçinen inşaatçılara hep derdi ki: "Bunlar malzemesiz usta." İşte Ahmet usta malzemesiz ustalardan değil. Ne yapacaksa, hangi işi yapacaksa ona göre malzemesini getirir sonra da bana: "Harç karacağım leğenin var mı, su lazım helken var mı, kazman var mı, küreğin var mı?" diye sormaz. Kendi malzemelerini getirir bir tek elektrik lazım olur Ahmet ustama.
Ahmet ustam kapıyı önce yerde keserek, biçerek, çakarak yaptı. Bu sırada karşıdaki tarlanın sahibi komşum, babamın askeri (Askerliğini Amasya Eryatağı'nda babamın da orada görev yaptığı 1971 yılında yapmış babamı eski haliyle tanıyor) Mehmet Ali bey geldi. Kendisi çok meraklıdır. Birisi bir şey yaparken mutlaka bakması, fikir yürütmesi gerekir. Çok çalışkan adamdır. Evi köyde olmasına karşılık zamanının büyük bölümünü bahçesinde geçirir. Bilgili çiftçilerdendir, her türlü sebzenin ekimini bilir, ektiği sebzelerden de çok güzel mahsüller alır.
Ahmet ustam akşama doğru kapının monte işini de bitirerek teslim etti. Kapının ahşaptan yapılması gerçekten yerinde bir karardı, demir yığını görüntüsü ile bu şekildeki görüntü kıyaslandığında bu görüntü benim daha çok hoşuma gitti. Hem de daha ucuza mâloldu.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Aşı (Göz Aşı)


Genelde bizim buralarda çağla ağaçlarına "göz aşı" yapılmaktadır. Aşı zamanı ise Mart ayından sonuna kadardır. Aşıya başlamadan önce hangi çeşit çağla aşılanacaksa o ağacın yeni filizlerinden yeni göz açmışlarından bir dal kesilir. Bu daldan yapraklanmamış, tomurcuk halinde göz vermiş kısım keskin bir bıçakla (bunun için özel aşı bıçakları kullanılır) "V" şeklinde kesilir.
Bu kesilen gözü aşılamak istediğim dala yapıştırmak için aşılanacak dal şayet kalınsa biraz yontulur:) Yontulan dal gözün gireceği şekilde "T" şeklinde kesilerek V şeklindeki göze yer açılır.
V şeklindeki gözle, dalda ki T şeklindeki yuva görülmektedir.
T şeklideki yerin kenarları, sağı ve solu, aşı bıçağının üstündeki kısımla hafifçe kaldırılır.
Kaldırılan yuvaya V şeklindeki göz yerleştirilir. Gözün serbestçe büyüyebilmesi için T şeklindeki yuvanın kenarları bıçakla hafifçe yarım ay şeklinde kesilir. (Neden keskin bir bıçak kullanılacağı buradan anlaşılmış olur)
V şeklindeki göz, T şeklindeki yuvaya yerleştirildikten sonra hava almaması ve ana dal ile yeni tomurcuğun birbirine kaynaması için naylon olmayan bir iple sıkıca bağlanır. (aşı tutup, göz büyümeye başlayınca ip sökülerek alınır)
Aşı yapılan dal, gözün rahatça büyümesi ve gelişmesi için yaklaşık 30-35 santim yukarıdan tamamen kesilir.
Bu gördüğümüz "Kel ağaç", verimi düşük, ekonomik değeri olmayan meyvelerden kurtarılmış, kaliteli, verimi yüksek, ekonomik değeri kıymetli bir ağaç ile aşılanmış oldu. 2-3 sene sonra ağaç gençleşmiş bir şekilde karşımıza çıkacaktır.
Bu da aşı üstadımız, köyümüzün saygın kişilerinden İbrahim SUCU ağabeyimiz. İbrahim ağabey aşı işine hobi olarak devam etmektedir. asıl işi keçilerledir. Kendisi keçi celebi olup yüzlerce keçi beslemektedir.

Boş bir zamanında Muhammet amcanın 5-6 ağacını aşıladığı gün bende yanlarında bulundum. Sağolsun İbrahim ağabey bana aşının inceliklerini gösterdi, elinden geldiğince anlatımlarda bulundu.

19 Nisan 2011 Salı

Arif Amcamdan "1 Nisan Şakası"

Eyyy koca Arif! Oldu mu şimdi bu? Hani seninle yapacak daha çok işimiz vardı, hani her şey olur giderdi? Olmuyor işte Arif amca olmuyor...

1 Nisan günü sabaha karşı sessiz sedasız gittin Arif amca...

Hiç demedin yani, Gökhan tek başına ne yapacak buralarda? Akşamları arkadaşları gittiğinde yalnız kalsın mı dedin yoksa Arif amca? Ne güzel millet gittikten sonra sabahlara kadar otururduk ikimiz. Anlattıklarını saatlerce dinlerdim, hiç boş konuşmazdın. Her cümlende, her sözünde ibret alınacak, ders alınacak, bilgi alınacak mevzular vardı. Sen gittin ya Arif amca, inan kanadım kolun kırıldı. Ben nasıl döndüreceğim bu bahçeyi, nasıl bakacağım bu ağaçlara, sen olmazsan kurur bunlar Arif amca.

En son diktiğin badem fidelerine gözüm gibi bakıyorum şimdi. Canım sıkıldığında, her aklıma geldiğinde onlarla konuşuyorum. Yalnız kaldığımda alıyorum rakımı elime, fidelerin dibine çöküyorum onlarla konuşuyorum Arif amca...

Arif amcamın 68 yıldır bulunduğu, doğup büyüdüğü köyünün sokaklarındaki son yolculuğu.

Arif amcamı Datça Yarımadası'nda sevmeyen saymayan yoktu. Cenaze namazı kılındıktan sonra köy mezarlığına gideceği sırada cenaze epeyce kalabalıklaştı. Duyan duymayan, tanıyan tanımayan tüm Yarımadalılar oradaydı.

Ekim ayında; 5 ay evvel; "Kendine iyi bak Arif amca, Mart 5'de yanındayım." demiştim. Ekim ayından sonra olanlar olmuş. Akciğerinde bulunan kist midir, tümör müdür nedir o büyümeye başlayınca İzmir'e götürmüşler. Doktorlar ilerlemiş bir kanser türüyle karşılaşınca müdahale etmeyip köyüne yollamışlar.

Damadı ve oğlu Yıldıray; ara sıra hastahaneye götürdülerse de bir sonuç alınamayacağından psikolojik olarak rahatlamış bir vaziyette evine getirmişler Arif amcamı.

En son gördüğümde tekerlekli sandalyede bahçesinde, çeşit çeşit çiçeklerinin arasında Mart güneşine çıkartmıştı oğlu Yıldıray, Arif amcamı. Yanına gittim ellerinden öptüm, sarıldım, kokladım. Knidos mavisi gözleri çukurlarına girmiş rengi bembeyaz olmuştu. Devamlı bir şeyler anlatıyordu, yüzünde o kadar güzel bir tebessüm vardı ki, anlatamam. Lakin konuştuklarından tek bir kelime bile anlaşılmıyordu. Belli ki acısı, ağrısı yoktu. Beni tanımıyordu artık, hafızası da gitmişti. Çelimsiz kara bir kedi yavrusu kucağına çıkıyor, hoplayıp duruyordu yanında. Köpeği ayaklarının dibinde yatıyordu.

Sonra bir lafı aklıma geldi. Kucağındaki kedi için söylemişti geçen sene: "Ben bu kedilere taş ata ata kolumu ağrıttım, bunlar taş yemekten usanmadılar..."

Artık gömdük Koca Arif'i, bir daha çıkmamak üzere çok sevdiği topraklara gömdük. Ve terk ettik.

Arif Amcamın bahçeme diktiği son iki badem fidanı.

Son istirahatgahı Arif amcamın... Köyümüzün Knidos yolu üzerindeki mezarlığında yatıyor şimdi Arif CENNET...

Mekanın cennet olsun Arif CENNET!


"...Güneşin ufka değdiği yer,
Oraya git ama yine gel
Böylesi hepsinden güzel
Git özlet kendini yine gel
Döneceksin diye söz ver..."

Ocak

Koskocaman bahçem olmasına karşılık ızgara yapacağımız zaman ufacık bir balık ızgarasıyla etlerimizi yapmaya çalışıyorduk. Bahçenin bir köşesine bir ocağın yapılması şarttı. Zaten Zühal Ablam da hep: "Bir ocak yaptır, köy ekmeği yaparsın, odun ateşinde yemeğini yaparsın" deyip duruyordu. En sonunda ocağı yaptırmaya karar verdim. İlk etapta ocağın yapılacağı yeri seçtik ve bahçeden topladığımız taşlarla temelini attık.
Temel atılmadan önce malzemeleri ısmarlamıştık zaten onlarda gelince hiç aksatmadan çalışmaya başladık. Gelen malzemenin listesi: 90 adet 8,5'luk tuğla, 50 adet 13,5'luk tuğla, 6 adet çatı kiremiti, 50 adet takoz tuğla, 5 torba çimento ve 1 torba toz kireç.
Çineli Ahmet usta; ben ona "çileli Ahmet usta" derim. Sağolsun bana her zaman yardımcı olmuştur. Ahmet usta aslen Aydın ilinin Çine ilçesinden olduğundan dolayı Datça'da kendisine Çineli Ahmet Usta derler. Ocağa başlamadan önce "Benim yanıma bir adam lazım." demişti. Ben de: "Adama madama gerek yok Ahmet usta, ben sana yardımcı olurum" diyerek kalfa parasından kurtulmuş oldum. Temele döşenen taşları ben el arabasıyla getirerek ustanın önüne koydum, harcı kardım, istediği malzemeyi anında verdim. Verdim ki iş sekteye uğramadan 1 günde bitirildi.
Takoz tuğlalarla ocağın içerisi döşendi, kabası öğleye doğru bitirildi.
Öğleden sonraki çalışmada ise; işin sıva kısmı yapıldı. Tedariksiz yakalanmıştık ki Muhammet Amcam sanayide bir arkadaşını arayarak mermerin ölçülerini verdi. Belli ki mermercinin elinde iş yokmuş, yarım saat sonra ocağın üst kısmına tuzluk, biberlik, kimyon, nane, karabiber gibi içerisine baharatların konulduğu ufak şişelerin meydanda durmaması, mermer bir zemin üzerinde durmasını amaçladığımız mermeri kaptığı gibi motorla getirdi ve sıva yapılmadan önce ocağın üzerine yerleştirmemizi sağladı.
Bu da ocağın bitmiş hali. Yalnız sağ tarafta bulunan ve ocağa yakacak sağlayan odunların konulduğu bölümün üzerine kesilecek mermer 2 gün sonra gelecek. Geldiği gibi de mermer ustası tarafından yerine monte edilecek.


Akşamleyin misafirlerim gittiğinde yerini hazırlamış olduğum fayans üzerine "GELEMER AĞASI" yazmam gerekiyordu. Onu da sarhoş kafayla bir karton üzerine şablonunu iğri-büğrü keserek (maket bıçağım yoktu, makasla kestim) hallettim. Püskürtme boyayla da püskürterek ocağa son şeklini verdim.


Gelemer Mevkii'nin Ağası olduğum bu suretle tesçillenmiş oldu.


Ocağın yapımında büyük ısrarlarıyla beni destekleyen Zühal Ablama teşekkürü bir borç bilirim.